Seyrettiğim bir belgesel Hindistan'daki kadın erkek ilişkilerini inceliyor. Görüş veren bir gazeteci kadın “ilişki" kavramının Hindistan'da kadınlar ve erkekler için çok yeni olduğunu söylüyor. Sosyal hayatta ilişkiden ziyade erkeğin kadına sataşmasının söz konusu olduğunu belirtiyor ve bunun da sinemadan beslendiğini ifade ediyor. Çünkü Hint sinemasında jönler eskiden beri hoşlandığı kadına sataşıyor ve bu, gündelik yaşamda tacizi yaygınlaştırıyor… Erkekler sokakta tanımadıkları kadınlara dokunuyor, sürtünüyor veya onların bir yerlerini tutuyor. İlgi göstermek adına yapıyorlar bunu. Burada asıl mesele, sinemanın gündelik hayata olan yansıması. Demek ki sinemanın konuları ele alış biçimi toplumsal bakımdan hayatî. Yeşilçam'a bu açıdan bakarsak gördüklerimiz bize neler anlatır acaba?
Konumuz Yeşilçam'da rakı… Ancak rakıyı incelerken genel olarak 'içki'yi dolayısıyla viski gibi Batılı içkiler ile yerli ve milli içkimiz rakının karşıt pozisyonunu da ele alacağız. Ülke sinemamızda modern hayat ile muhafazakarlığın karşıt sembolleri çünkü bu içkiler. Diğer bir deyişle Yeşilçam filmlerindeki sınıf ve cinsiyet ayrımlarını içki üzerinden okuyacağım. Ki örneklerle açacağım aşağıda.
Diğer içkilerle kıyaslarsak, rakı tartışmasız Yeşilçam'ın esas oğlanı. Burada esas oğlan derken, kazayla cinsiyetçilik yapmadım. Gerçekten de esas oğlan ve başta dediğim gibi her şey cinsiyet rolleriyle çok ilgili zaten. Sinemamızda rakı görünürlüğünü ve anlamlarını kadın ve erkek temsillerinden ayrı düşünebilmemiz zordur. Misal efkârlı abilerin, altın kalpli gönül adamlarının içkisidir rakı. Siyah beyaz Yeşilçam'ın ağzı iyi laf yapan, kâh bitirim kâh gönül hırsızı, kâh kader kurbanı delikanlıları; ama meyhanede, ama salaş bir manzaraya nâzır, ama gazete kağıdı üstüne kurulmuş fukara bir çilingir sofrasında erkek erkeğe kadeh parlatıp dertlerini zincir yapıp birbirine eklemişlerdir. Örneğin 1968 tarihli “Vesikalı Yarim". Zamanın en afili jönlerinden İzzet Günay ve arkadaşları, pavyona teşrif ediyorlar. Masada, özellikle üstüne basa basa sipariş edilen büyük rakı var. Bileği sağlamlık, ağır abilik, pavyon muhabbeti ile tam bir erkek ortamı.
Gelelim kadınlara. Ama kadınların rakıyla ilişkisinden hemen önce, genel olarak Yeşilçam'da kadın ve alkole bakalım. İçen kadının Yeşilçam'daki genel temsiline… İyi aile kızları genellikle eline kadeh almaz geleneksel Yeşilçam'da. Kötü kadın itemidir ne de olsa içki. Evropa görmüş sarışınlar ile ayartan, yuva yıkan, erkeğin kanını emen Vampirella gibi, sinsirella gibi esmerlerin, adı üstünde vampların eli kadeh tutabilir. Şuh ve tekinsizdir, bir bedbahtlığı olmadığı halde oturup içki içen kadın. Örneğin “Ağır Suç", sene 1967. Karşımızda kocasından yeni boşanmış Sevda Ferdağ var. Bu şuh esmeri, avukatı Sadri Alışık'ı baştan ve yoldan çıkarmaktan ne alıkoyabilir ki? Alıştığımızdan çok farklı bir Sadri Alışık var karşımızda. Nerede o ağır abi, nerede o gönül adamı? Neden, çünkü ah işte, kadın insanı rezil de eder vezir de(!) Bir kadın bedbaht olmadan içiyorsa, o kadın makbul değildir Yeşilçam'da. Rakı her şeyi değiştirir ama onun da kadın için kuralları vardır. Eğer bedbaht değilse, feleğin sillesini yemiş olmalı. O da değilse, erkek gibi olmalı, bitirim olmalı rakı içen kadın. Dişilik zehirinden arınmış olmalı ki namusuyla oturup içebilsin rakısını. Örneğin 1970 tarihli “Şoför Nebahat"'te Fatma Girik erkek arkadaşlarıyla oturup rakısını içen bir kadın. Ama o da, o zamanlar büyük övgü sayılan “errrrkek gibi kadın"lardan biri. Kadınsı bir kadına çok görülecek kadar mert, bileği sağlam. Namusuna en küçük bir yan bakan olursa masayı devirip yumruklarını konuşturan bir kadın!
Tüm kötülüklerin anası namlı içki, mutlulukla, aşkla, neşeyle yan yana pek gel(e)memiştir sinemamızda. Pişmanların ve kaybedenlerin yol arkadaşıdır daha ziyâde. Toplumsal cinsiyet rollerinden ilhamla sergilenen çifte standartlar da cabası. Bu çarpıklığın altını çizebilmek için Ağır Suç'un şuh Sevda Ferdağ'ına daha yakından bakabiliriz. Tül çorapları ve ultra mini elbisesi ile namakbul bir bar kadını… Ecnebi özentisidir malum onlar her şeyleri ile. Düşük ahlakları, zayıf maneviyatları, selvi boyları, sütun bacakları ile düpedüz ortadadır ne oldukları(!) Onlar melek kalpli esas kızın altını oyar, nişanlısını ayartır, havuzbaşı partilerinde masum ve mütevazı kızımızı ezip hunharca alay eder, etmediklerini bırakmazlar. Son moda mini etekleri, boyalı kaşları, şuh kahkahaları ve taş kalplerine ne de yaraşır ellerindeki kristal kesme kadehler…
Viski, aman Allah'ım hele viski! “Sen zaten namuslu bir kadın olmuş olsan viski içmezsin"dir Yeşilçam'ın yazılı olmayan yargısı. Viski içen kadının temsilinde sadece cinsel günahlar değil fakirlik/zenginlik, Doğu/Batı, yani bizden/onlardan ikilemleri de hayat bulur. Örneğin 1972 senesinin “Çile" filminde, yanında viski şişeleriyle, yuva yıkan, yılanvari sosyetik sarışınların en güzeli Lale Belkıs bu portrenin ne canlı bir hâlidir…
Cinsiyet rolleri bir yana, kadın da içse erkek de, viski ile rakının çatışmasının en güçlü örneklerinden birini 1970 tarihli Ah Müjgan Ah'ta görürüz: Bir tarafta, bu kez çok âşina olduğumuz, benzersiz gönül adamı karakteriyle Sadri Alışık. Fakir ama gururlu, âşık, mert, altın kalpli ve mahallenin en güzeli Müjgan'a vurgun. Diğer tarafta, Müjgan'ın, gözünü para hırsı ve sınıf atlama şehveti bürümüş entrikacı annesi. Kızını zengin, sosyetik Salih Güney ile evlendirip en büyük hayalini gerçekleştirmiş. Yani bir tarafta bizden, fakir dostu, en asil duyguların içkisi rakı… Diğer tarafta zenginliğin, acımasızlığın, yozlaşmanın, halden anlamazlığın içkisi viski…
Neyse, konuyu çok dağıtmayalım. Yeşilçam'da, eğer erkek gibi değilse kadın için rakı içme ehliyetinin feleğin sillesini yemekle geldiğini söyledik. Feleğin sillesini yiyip mecburen gazino/pavyon hayatına gönül indiren başrol kadının dostudur içki. Kendini bir an evvel öldürmek istercesine diker bu durumdaki kadın kadehleri peş peşe… “Vesikalı Yarim"e geri dönersek, sinemamızın sultanı Türkan Şoray nasıl da, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim der gibi" içer rakıyı.
Cinsiyetler de bir yana, Batı tarzı sosyalleşmenin ilk yıllarında ortamları insanlıktan çıkaran yegâne bir unsur olarak beyazperdede yer bulur içki. Türk filmi seyircisi içkiyi ancak kahırdan içildiğinde affedebilir. Sokak kültürümüzde söz sahibi olagelmiş geleneksel günah ve yasak pratikleri sinemaya ziyadesiyle yansımış, çoğu acemi senaryolardan mürekkep melodramlarda nadiren neşeli bir sosyal hayatın ve mutlu aile hayatının parçası olabilmiştir. Aslında bu sadece içki için de geçerli değildir. Batılı anlamdaki danslar ve partiler de tamamen yozlaşma ve günah ayinleridir.
Hızla bugüne yaklaşınca; elbette hayatta olduğu gibi perdede de işler değişiyor. Sanat hayatı, hayat da sanatı taklit ediyor. Artık bir kadın feleğin sillesini yemeden, erkek gibi olmadan, hatta filmin kötü kadını da olmadan içebiliyor rakısını. Örneğin Fatih Akın'ın 2004 tarihli “Duvara Karşı"sında Sibel Kekilli…
Sosyal hayatımızda filmlerin etkisi zannettiğimizden çok daha fazla. Nasıl bir sosyal çevrede yaşamak istiyorsak öyle filmler çekmeliyiz belki de, Hollywood'un yıllarca yaptığı gibi... Ülke sinemamız günümüzde bu açıdan çok daha gerçekçi nihayet. Bol ödüllü günümüz filmlerinden “Kelebekler"de karşımıza çıkan rakı içip arızaya bağlayan kadın temsili son derece yaratıcı ve eğlenceliydi örneğin. Artık bir kadın rakısını içip, üstüne sempatimizden hiçbir şey eksiltmeden olay bile çıkarabiliyor(!) Sinema tarihimize duyulmadık küfürler hediye edebiliyor. Cürete bakar mısınız? “Kelebekler" ne güzel bir yolculuktu gerçekten, Avrupa'dan Türkiye'ye, şehirden köye…
Çok kültürlü şehirlerimizde, bereketli ve kalender Anadolu'muzda, çok dilli ve çok dinli Osmanlı'mızda ve dahî modern Türkiye'mizde ne hikâyelere ne edebî figürlere ne şiirlere ne biyografilere ne lezzetlere sahibiz aslında biz, bizzat, kendimiz. Sinemamızın arzu ettiği gibi bir endüstri olamayışının önemli bir sebebi de filmler aracılığıyla dünyaya satabileceği orijinal değerlerimize bir türlü uyanamayışı olabilir mi acaba? Kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olup, su katınca beyazlayan sihirli rakımız aşırı sinematik bir sıvı iken kendi bindiğimiz dalı kesmemeyi bir öğrenebilseydik de “Kasabanın Sırrı" gibi bir “Ölmeme Günü" filmimiz yahut “Fransız Öpücüğü" gibi bir “Şerefe" filmimiz olsaydı misâl, fena mı olurdu? Dileyelim bundan sonra olsun. Yarından ümit kesilmez! Genç sinemacılarımız rakıyı da, bize ait tüm renk ve lezzetleri de en güzelinden ulaştırsınlar tüm dünyaya. Güzel günlere, şerefe ve sağlığınıza…
Gazeteci, Yazar, Sunucu
18 Yaşından büyük olduğunuzu teyit etmek için lütfen doğum tarihinizi girin.
Gün
13
01
31
Ay
Temmuz
Ocak
Aralık
Yıl
2024
1944
2024
BU SİTEYE GİRİŞ YAPABİLMENİZ İÇİN 18 YAŞINDAN BÜYÜK OLMAK ZORUNDASINIZ