Paylaş :

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

İlk defa 13-14 yaşlarındayken gittiğim, beni en çok etkileyen, aramızda garip bir bağ olduğuna inandığım, gitmediğim zamanlarda özlediğim şehirlerden biridir Londra. Bir şekilde hep gitmek zorunda kaldım. “Zorunda” dediğime bakmayın, bu mutlu bir zorunluluk aslında.

Kuzey ülkesi olması sebebiyle birçok insanın aklında puslu, yağmurlu gibi imajı olsa da, soğuk, selamsız insanları varmış gibi düşünülse de pek öyle değil. Yani tabii bir Akdeniz güneşi, insanlarında bir Akdeniz sıcaklığı var demeyeceğim ama düşündüğümüz kadar da soğuk değil.

Her büyük şehir gibi çok göç almış ve çok kalabalık bir şehir. Kim Londralı kim değil bilmek imkansız. Mesela İstanbul’da da bilemeyiz kim İstanbullu kim değil. Hatta o kadar eminizdir ki İstanbul’da 7 göbektir İstanbul’da yaşayanların olmadığına, tanıştığımız birine “vallahi 7 göbektir İstanbulluyum” dese de “yok yok ondan önce nereden gelmişsiniz” diye sorarız.

Çok önemli mi? Bence değil. Ben de 1960’larda anne tarafı Rumeli, baba tarafı Doğu Anadolu’dan, farklı sebeplerle İstanbul’a gelip yerleşmiş bir ailenin çocuğuyum. Yani ailemin İstanbul’la ilgili anıları en fazla bu yıllara kadar gidiyor. Ama ben burada doğdum, burada büyüdüm, okudum, eşimle burada tanıştım ve çocuğum da burada doğdu. Ailemin köklerini inkar etmiyorum, ama ben bu şehri çok seviyorum ve kendimi buralı hissediyorum. Hayatımla ilgili en önemli anılarım yaşanmışlıklarım hep İstanbul’da.

İstanbul’da da, Londra’da da ve dünyanın farklı yerlerindeki diğer büyük metropollerinde aynı durumda olan milyonlarca insan var. Neyse lafı çok uzattım…Yani kısaca demek istediğim, önemli olan kaç göbektir o şehirde yaşadığımız değil, o şehre ne kattığımız, ne kazandırdığımız ve şehrin bizim için anlamı bence.

Londra’ya hangi ilgi alanınız için giderseniz gidin, bunları karşılayacak bir yerler mutlaka bulursunuz. En azından ben hep buldum. Bu zenginliği kendi kültürleriyle beraber, birçok kültürü de içine almasıyla elde etmiş diye düşünüyorum. (Tarihsel vakalara girmeyeceğim, yoksa çok uzar)

Gelelim asıl konumuza. Malum yenilen içilen şeyleri seviyorum ben. E Londra bunlar için, yani benim için bir cennet. Biraz onlardan bahsedelim.

Green Park ve Piccadilly Circus arasında yer alan Piccadilly Lane ve etrafındaki sokaklardan başlamak istiyorum. Kendimi uğramaktan alıkoyamadığım yerlerin başında Berry Bros & Rudd gelir. St. James Street’te, Green Park’a 200 m mesafede bir şarap ve yüksek alkollü içecekler butiği burası. Tarihi 1698’lerde bugün hala bulunduğu adreste dul bir anne olan Mrs.Bourne tarafından kurulan ve çok geniş şarap ve yüksek alkollü seçeneğine sahip olan bir tüccar. Bu geniş kavın tamamı mağazada bulunamayacağı için ana depoları Londra dışında bir yerde. Bu sebeple eğer zor bulunacak bir içki arıyorsanız bunu gitmeden 1 hafta önce bildirirseniz, sizin için bulabiliyorlar. Bir şey almayacaksanız dahi sadece gıcırdayan yer tahtaları için bile gidilir. Aynı zamanda kurslar ve tadımlar da düzenliyorlar. Yer bulmak çok zor. En az 2-3 ay önceden web sitesini incelemenizi öneririm.

Aynı cadde üzerinde harika puro ve havyar mağazaları da var. (eski tip traş takımları satan dükkanlar da var ama konumuzla alakası olmadığı için parantez içinde.)

Piccadilly Lane’e geri döndüğümüzde ise yol her 2 tarafında bulunan şık pasajlar dikkat çekiyor. Burlington Arcade, The Arcade, Piccadilly Arcade, Princes Arcade bunlardan bazıları. Kişiye özel kıyafetler, aksesuarlar satılıyor daha çok. Piccadilly Arcade’in hemen girişinde meşhur bir Dijon hardalcısının envai çeşit hardalının bulunduğu dükkanı var.

Tabii sadece yemek ve içmekle olmaz okumak da lazım. Hatchards 1797’den beri açık olan tarihi bir kitap dükkanı. Kitap çeşitliliği Charing Cross’takiler kadar olmasa da mağazanın kendisi büyük keyif.

Hatchards’ın hemen yanında Fortnum&Mason, muhteşem tematik vitrin dizaynlarıyla bekler bizi. Yine çok eskilerden biri bu çok katlı mağaza, 1707’den beri. Giriş kısmı reçeller, ballar, çaylar, kahveler, pastalar iken alt kat benim en sevdiğim peynirler, şarküteri, şarap ve yüksek alkollülerle dolu. Daha üst katlarda ise eviniz ve kendiniz için aksesuarlar bulabilirsiniz.

Hemen arka sokakta Paxton&Whitfield adlı küçük ve İngiliz peynirleri üzerine uzmanlaşmış şahane bir dükkan var. Az miktarda ithal peynir bulmak mümkün. Tabii yine tarihi, 1797’den beri. Montgomery’s Cheddar açık ara favorim burada. Tabii İngiliz mavi küflüsü Stilton almadan çıkılmaz buradan.

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Karnımız acıktı tabii ne yiyeceğiz? Türkiye’de çok fazla bulunamayan bir Çin yemeği var, Dim sum. Anlamı kalbe dokunan. Gerçekten benim kalbime o kadar dokunuyor ki, kendimi yemekten alamıyorum. Asıl seramonisi farklı çaylarla tüketmek. Ama şarapla da uyumu mükemmel! Eğer China Town’da yiyecekseniz, hemen hepsi yapıyor ama ben Gerrards Corner’ı çok seviyorum. Burada içecek tercihim yasemin çayı. Şarap listesi çok fena çünkü. Ben şarapla dim sum yemek istiyorum derseniz, Alan Yau’nun Yauatcha’sı kesinlikle doğru seçim. Pasta reyonundan gözlerinizi alamayacağınızı garanti ediyorum, yemeden çıkmayın!​

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Aynı çevrede istridye&şampanya keyfi için Wright Brothers var. Günlük balık seçeneklerini unutmayın. Regent’s Street’te açılan Amerikan giyim ve ev aksesuarı mağazası

Anthropologie’nin mutfak aksesuarları benim ilgimi çekiyor daha çok. Duvar tabağı koleksiyonuma harika 3 parça ekledim. Yolun karşısında Penhaligon’s parfüm butiği ve laboratuvara benzeyen vitrininin çekimine dayanamadım.

Oxford Street’in kalabalığına girmeden Londra’dayım diyemeyenlerdenseniz mutlaka girin tabii. Selfridges’in alt katında mutfak aksesuarları ve içecek bölümlerini bu sefer biraz zayıf bulmuş olsam da giriş katındaki food hall da olmazsa olmazlarımdan. İçecek bölümünde harika bir bira köşesi de var.

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Kalabalıktan bunalıp hemen bir arka sokağa geçerseniz St. Christopher’s Place adlı birçok kafenin bir arada bulunduğu küçük bir meydana geliyorsunuz. Burada acıktığınızı hissederseniz yan sokağındaki Patty&Bun Londra’nın en iyi hamburgeri. Sıra beklemeyi göze almalısınız tabii. Küçük meydandan devam ettiğinizde sağlı sollu butikler var. Çok zararlı ama çizgi romanlardan fırlamış gibi duran artisan şekerci dükkanı Mrs. Kibble’s Olde Sweet Shoppe tam çocuklara göre. Hatta sizi de çocukluğunuza götüreceği için tam size göre!

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Bu yoldan dümdüz devam ederseniz Marylebone High Street’e gelmiş oluyorsunuz. Oxford Street’in kalabalığının tam tersi burası oldukça sakin ve yapılacak çok şey var. Daha önce Changa’nın danışmanlığını da yapmış olan Peter Gordon’ın füzyon restoranı The Providores and Tapa Room’da yemek yiyebilir ( tatlılardan “Sour Caramel Bavarois, Banana Cake, Salted Maple, Chocolate Soil” adı uzun ama gerçek bir efsane!) en güzel peynir kitaplarından biri olan “Cheese”in yazarı Patricia Michelson’ın peynir butiği La Fromagerie’ye uğrayıp çok zengin peynir çeşitlerinden alabilirsiniz. Adelegger Urberger bile var. (Bir Alman peyniri ama Almanya’da bile bulmak çok zor) Canınız pasta çektiyse caddenin sonuna doğru La Patisserie des Reves’in imza tatlısı Saint Honore yiyebilir, sağlı sollu küçük butiklerde alışveriş yapabilirsiniz.

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Paralel sokaklardan Marylbone Lane’de 115 yıllık delicatessen dükkanı Paul Rothe&Son’da sıcak bir çorba içip, hemen gözünüzün önünde zengin büfesinden kendine özel bir sandviç yaptırabilirsiniz. Ayrıca kavanozlarda satılan ev yapımı reçel, marmelat, sos, turşu vb de alınabilir. Ve şarap içmek için en güzel restoranlardan birine ulaştınız. 28-50 Wine Workshop & Kitchen. Oldukça geniş bir şarap listesine sahip olan restoranda birçok şarabı raf fiyatına yakın fiyatlarda tatma şansına sahipsiniz.

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

Nehrin diğer tarafındaki meşhur Borough Market anlatılmaz yaşanır. Gerçekten kendimi kaybediyorum orada. Oldukça büyük ve çok çeşit var. Dolayısıyla ne yiyeceğinize karar vermeden önce her sokağını gezin derim. Mantar çeşitlerinden, av etlerine, peynirden, şarküteriye, çeşit çeşit sebze meyveye varana kadar her şey var. Paella’dan, bratwurst’e, Türkiye’den, Fransa’ya neredeyse her ülkenin farklı yiyeceklerine ulaşabilirisiniz. Yemekten sonra bir kahve için kapısındaki kuyruk hiç bitmeyen Monmouth’da bir kahve içip yan sokağındaki harika peynirci Neil’s Yard’a uğrayabilirsiniz. Farklı bir deneyim için 20 mt mesafede Vinopolis şarap müzesi de gezilebilir. Ekşi maya ekmek yapmak isteyenler için Bread Ahead sizi bekliyor (rezervasyon şart).

Borough Market’tan yemek yemeden çıkmayı başarabildiyseniz, WSET’in merkezinin de bulunduğu Bermondsey Street’te fine dining restoran Delfina’ya uğrayabilir ya da 100 mt ilerisindeki şef Jose Pizarro’nun tapas barında bir şeyler atıştırabilirsiniz. Kesinlikle çok çok lezzetli.

LONDRA, LONDRE, LONDRES, LONDON, LONDINO…

O kadar çok şey var ki Londra’da, yapılacakları, görülecekleri buraya sığdırmakta zorlanıyorum. Daha Covent Garden’daki seyahat kitapçısı Stanfords’dan, Old Compton Street’teki her içkinin minyatürünü dahi bulabileceğiniz çılgın Gerry’s’e, az ilerisindeki whiskey kütüphanesi tadındaki whiskey mağazası The Vintage House’dan, seyahatinizi haftasonuna denk getirdiğinizde kaçırılmayacak bir fırsat olan Camden Lock ya da Notting Hill antika pazarına. Müzelerden, sergilerden, sokak sanatçılarından, müzikallerden bahsedemedim bile! Londra’nın 1 saat uzaklığında harika köpüren şaraplar üreten Nyetimber ya da Ridgeview’ı ziyaret edebileceğinizden de…

Herkesin farklı bir Londra’sı vardır. Bu da Gastro-not’un Londrası işte.

Cheers!!!

İlginizi Çekebilir

Nespresso
Nude
Nude
IWSA Logo